Moda Sanat Tiyatrosu 23 Mart 2009 tarihinde düzenlediği törenle salonuna Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden Macide TANIR’ın adını verdi. Macide TANIR’IN konuşması ile açılan tören Gencay GÜRÜN ve Ali ÖZKAL’ın konuşmalarıyla devam etti. Tören sonunda Türkan Aktoprak yönetimindeki Moda Sanat Tiyatrosu ekibi oyunlarından bazı kısımları sergilediler. Katılımın fazla olduğu törende Genco ERKAL, Perran KUTMAN, Nedim SABAN, Gencay GÜRÜN, Ulusal Kanal’dan Hayati ASILYAZICI ve TEV başta olmak üzere birçok sanatçı ve sanatsever bir araya geldi.

Macide TANIR’ın Açılış Törenimizdeki Konuşması

Çok tuhaf duygular içerisindeyim. Heyecanlıyım. Böyle birbirinden değerli kişilerin karşısında, üstelikte benim bütün özgeçmişimi bilen kişiler. Şimdi ben ne diyeyim?

Şunu söylemek zorundayım, söylemeden edemem; ben koyu Atatürkçü’yüm. Ben o hayran olduğum Atatürk’ün devrimlerine sıkı sıkı bağlıyım. Ve her yerde her zaman gerektiğinde varım, var olmuşumdur. Ben çok inançlıyım, ama dinci değilim. Dincilerden nefret ediyorum, o nedenle bugün çok mutsuz, bahtsız ve umutsuz bir Macide var.

Şimdi bunu buraya koyalım, Macide’yi anlatmak için geldim buraya.

Macide Erenköy Kız Lisesi’ni bitirdi. O tarihte İstanbul’da üç liseden biriydi, ben felefeye gidecektim. Babamın isteğiyle “Bu ülkenin mektepli sanatçıya ihtiyacı var” dediği için kalktım kuzu kuzu Galatasaray Lisesi’ne gittim sınava girdim. Hem operayı kazandım, hem tiyatroyu kazandım. Yatılı olarak gittim. Şubat ayında sınav yapıldı. Sınavdan geçenler okulda kalıyorlar, geçemeyenler de okuldan atılıyorlardı.

Ben o sınavdan çıkmıştım, koridorda, isminin sonradan Tarık Levendoğlu olduğunu öğrendiğim bir bey; “Kızım tebrik ederim seni” dedi. “Carl EBERT, okulun müdürü arasında çok büyük tartışmalar oldu senin yüzünden” dedi. “Aman efendim” dedim. Carl EBERT demiş ki “Bir yıl yeter bu çocuğa”. Şimdi şurada hava atıyor gibiyim değil mi? Bu kadarcık da atalım ne yapayım? Orhan Şahin’de demiş ki “Olur mu öyle şey? Hiç kimseye yapılmamış bir tatbikat, imkansız”. Nihayet; bir yıl eksik okusun, yani sınıf atlasın demişler. Bir tarafta şan derslerine giriyorum korolarda söylüyorum, bir tarafta operada aryalar söylüyorum, bu tarafta da tiyatroya devam ediyorum.

Geldim son sınıfa yani üçüncü yılım Galibert’in isteği ile “Kibarlık Budalası”na “Madam Jourdain”le başladım. Ben o zaman taş çatlasa 21-22 yaşındayım. Madam Jourdain de 40’ların üstünde 45 yaşlarında. Carl EBERT her gece 1 – 1,5 saat makyajımı yapıyordu.Bana böyle övgüler, oyunculuğumu çok beğendiğini anlatıyordu. Hoş, güzel bir şey.

Ben çok şanslı doğmuş bir kişiyim, büyük bir şans. Hayatımda hiç kimseden bir şey istemedim. Her şey bana altın tepsi ile önüme geldi, her şey altın tepsi içinde bana verildi. Ama bende bunun çok kıymetini bildim; haysiyetimi vakarımı koruyarak, titizlikle, itinayla, bıkmadan, yorulmadan çalıştım. Elli yıl; kitap, tiyatro ve ev arasında yaşadım.

Dünyada hiç bir sanatçıya yapılmamış bir ellinci yıl kutlaması yapıldı bana. Sevgili, değerli Nedim Saban’ın tiyatrosuyla Ankara’ya turneye gittik. “Müziksiz Evin Konukları”; ilk gece eser bitti, benim sevgili meslektaşlarımdan sevgili Tomris Çetiner, sahneye çıktı. Rüştü Asyalı’yı davet etti. Rüştü bir konuşma yaptı, bana bir ödül verdiler. Derken bir müzisyeni çağırdılar, o da gitarıyla müzik yaptı. Ve bütün salon, o büyük salondaki bütün insanlar ayağa kalktı ve de “Ne mutlu Macide’ye elli yıldır sahnede, ne mutlu seyirciye” diye şarkı söylediler. Ve de o bittiği zaman arkadaşlarımın hepsi ağlıyordu, ben ne yapıyordum bilmiyorum. Yani bu anlatılamaz bir şey dünyada hiç bir sanatçıya böyle bir kutlama yapılmamıştır. Büyük mutluluk, öyle şeyler var ki yaşamımda…

 “Tiyatro evimden çok evim oldu”. Tiyatro hep önümden gitti, ben hep onun arkasından gittim; zavallı! Zavallı demiyorum şimdi laf olsun diye. Tiyatro bana göre meslek değil iman, inanç ve iman. Bu çok önemli. Her gün tiyatroya; “Acaba başarabilecek miyim?”, “Acaba seyirciyle yürek yüreğe olabilecek miyim?”, heyecanıyla, korkusuyla, endişesiyle koştum. Her gün 3-4 saat erken gittim ve aç karnına gittim. Ve hala daha tiyatro seyretmeye gittiğim zaman aç karnına giderim.

Tiyatroya gidince de (bir gece evvel oradaydım oysa ki) sahneye girerim ve sahnede otururum, kalkarım, kumaşlara dokunurum, dolaplara bakarım, kurcalarım her şeyi. Eğer eserde bir zarf, bir mektup bir şey verilecekse; o orda mı, gözde mi, yerinde mi onları hep kurcalarım. Bakarım rahat eder içim. Burada çok önemli bir nokta var benim için; oynayacağım, daha doğrusu benden doğuracağım kadını tekrar içime hamile kalmaya çalışırım orada. Ve artık orası benim evimdir, evimden daha çok evim. Sonra yukarı çıkarım.

O zamanlar sahne düğme bas açılsın değil, iplere sarılarak açılıyor. Muhsin Bey; o canım, o dev gibi Türk Tiyarosu’nun kurallarını koymuş olan; demirbaşı, temel taşı, saygılı, sevgili Muhsin Bey her prömier gecesi hepimizi dolaşır, başarılar diler ve de ses çıkarmamak için lastik ayakkabılarını giyer ve de gelir. Ama saniye şaşmadan perdeye gelir ve asılır iplere, perdeyi açar. O anın duygularını anlatmam olanak dışı. Şöyle hissederdim ben; savaşa gidiyoruz komutanımızda başımızda. Bu müthiş bir duygu.

Biliyor musunuz; tiyatro çok zordur. Aranızda değerli oyuncular var diyeceksiniz ki yeni keşfetti. Çok zor ve de çok kıskançtır tiyatro. Kendisinden başka hiç bir duyguyu istemez, taşıyamazsınız, taşımamalısınız. Eğer taşırsanız; kendisi aradan çekilir gider, siz sap gibi sahnede kalırsınız. Taksim’de çırılçıplak kalmış gibi kalırsınız. Ama siz kaldığınızı biliyorsanız zaten kalmazsınız. Bir de belki sizi fark edecek bir göz vardır o gece. Olmazsa sizin gözünüzün olması gereklidir. Ben bütün gün 24 saat oynamakta olduğum rolün bütün duygularını taşıdım. Evime taşıdım, uykumun içinde o var. Ben tiyatroyu beyaz değnekle böyle belledim. Kuralda koymayacağıma göre, yanlışım olabilir belki ama ben böyle oynadım, elli yıl böyleydim. Tiyatroyu böyle algıladım, böyle yaptım. Tiyatro herhalde odur diyorum. Belki şimdi inanmanız biraz zordur, kütüphanemden birkaç tane Stanislavski indirdim. İndirdim çünkü hala şüphedeyim. Acaba benim oynadığım tiyatro muydu? Bu ne biçim bir şey günün 24 saati onu taşımak, o duyguları taşımak diye. Stanislavski’yi baştan bir daha okumak istiyorum ki acaba nerede, ne kadar ben vardım veyahut da yanlış yaptım diye. Diyeceksiniz ki; Macide Hanım da deli. Evet, ben tiyatronun delisiyim, gerçekten. Ben her gece tiyatrodan anlayan bir kişi vardır diye oynadım. Eğer yoksa ben varım dedim. Benim gözüm salondaki her hangi bir gözden daha çok baktı bana, daha çok eleştirdi beni, daha çok kusurlarımı aradı ve bulmaya çalıştı.

Bu bedende üç Macide yaşadı. Bu gördüğünüz Sade Macide, kitapta buna ukala dedim. Tepemdeki Sanatçı Macide ona da ukela dedim ve bir de çocuk. İçimdeki çocuk, tepemdeki sanatçı ve bu sade Macide; üçünün beraber olduğu tek yer sahne. Ne acı değil mi şimdi? Yoksun. Yani sürüklüyorsun Macide’yi; sürüklüyorsun çare yok doğmuşuz götürmeye çalışıyoruz işte Sanatçı Macide’yi; o zaman Ankara’da öyle bir seyirci vardı ki, yani akıl almaz bir şey “Altın Seyirci” bütün günleri tiyatro, bale, opera. Bütün konuları o.  Her gün onlarla meşguller, bizimle meşguller ve altın seyirciler onlar. Bizlerde o altın seyircilerin altın sanatçılarıydık. Paha biçilmez bir iletişim içindeydik ve onlar her zaman vardı. Tabi ben bu Macide’yi çok sevdim. Elimde değil bu sanatçı Macide’yi çok sevdim ve de çok saydım. Beni de çok sevdi o altın seyirci ve çok saydı. Ama ben onlardan çok daha fazla sevdim bu tepemdeki Macide’yi. Bu sade Macide ve bu çocuk; bu tepemizdeki ne istiyorsa, gerçekten nasıl istiyorsa öyle davrandık. Ama şimdi bu tepemdeki Macide’nin de hakkını yemek istemiyorum, o sadece kendisiyle yarıştı. Sadece ve sadece kendiyle yarıştı, o kadar.

Dünya dev gibi edebiyat eserlerinin başrollerini oynadım. Birbirinden acı dolu ve genelliklede hep gelecek yaşlarımdaki kadınlardı onlar. Müthiş bir şey. O kadınlar kişiliklerini çok iyi tanıdığım dostlarım olarak kaldılar bende. Onlar benim çok sevgi dolu dostlarımdı. Zaman zaman onları düşünürüm, ne yaptı acaba diye, sanki benim dışımda biriymiş gibi. Bilmiyorum ki; tiyatro benim için o.

İnsanları güldürmek tabi daha zor, ama bu altın seyirci için diyeceğim. Şimdi beni böyle hayrete düşüren, çok üzen yazık öyle dramın bir yerinde fırsat buluyorlar, kahkahalar atıyorlar. Hayret bir şey! Çok üzülünecek bir durum bu bana göre, değil mi?

Günlerden bir gün tiyatroda yine  büyük bir drama başlanacak .   Tabi anne rolü, Allah vermeye ağır, bir dram. Muhsin Bey’e gittim ve dedim ki “Efendim bu kadar ağır dramın altına ben giremeyeceğim, çünkü ayaklarım yerden kesildi” dedim. “Aşık mısın?” dedi bana, “Evet efendim” dedim. “Sakın evlenme” dedi. “Efendim evlilik kararı aldık” dedim. “60 cm mesafeden seni seyreden herkes sana hayran olacak, aşık olacak”, “Ama efendim evlilik kararı aldık” dedim. “O zaman doğurma” dedi. Muhsin Bey’e sözümü tuttum, ama mecburi tuttum. Sebebi; öyle yıllar geçirdim ki yılda düşünebiliyor musunuz üç dev gibi başrol oynadım. Ne zaman anne olacaktım? Onun için tiyatro’yu seçtim. Ama bir tek günde ah keşke doğuraydım diye aklımın ucundan geçmedi. Hele şimdi büsbütün çok mutluyum, hiç pişman olmadım.

Eleştiriler çıkar, bunların bir tekinde tek bir kelime olarak  uygunsuz bir şey yazılmadı benim için. Bu da güzel bir şey değil mi, hoş. Hepsi övgü doluydu, ama Macide bunların hiç birinden şımarmadı. Ne hoş, onun için çok seviyorum bu Macide’yi, tepemdeki sanatçıyı sevgi ve hayranlık duyuyorum. Bir de yetmiyor, her akşam eve geldiğim zaman bir iki lokma yiyecek ya, o gece oyununda ki yanlışlarını düzeltiyor. Düşünüyor, orada öyle oldu burada böyle oldu. Şimdi o tarihlerde hanım çantaları kapatırken çat diye ses çıkarırdı. Oynadığımız oyunlar genelde ağır dramlar bir anı geliyor çat sesleri çoğalıyor, derken hıçkırıklar başlıyor. Siz insansınız, tepenizdeki sanatçı kendini bırakmış gidiyor, o öyle devam ediyor ama ben insan bedenimle insan yüreğimle oynadığım o kadına bile acıyordum. İnanın ve de gözüm doluyor, ama o kadının gözünün dolmaması lazım. Tabi hemen fark ediyorum, tedbirimi almak üzere arkamı hafif dönüyorum. Bütün o gece iki lokma yerken düşündüğüm kusurlarımdan başlıcası şu; “Acaba seyirci gözümün dolduğunu gördü mü?”. Aman görsün, hayır görmesin. Çünkü o kadının ağladığı olamaz, ağlayamaz.

Şimdi İbsen’nin “Hortlaklar” adlı eseri ortaya kondu, onu çalışıyoruz. Bu eseri de Şaziye Berrin Kurt Hanım çevirisini yapmış. O dönemde de Şaziye Berrin Hanım Almanca tercüme edenlerin iki üç kişisinden biri sayılır.

Eserin rejisörü Salih Canar, rahip rolünü de Salih Canar oynuyor. Oğlumu Bozkurt Kuruç oynuyor. Finalde oğlum annesinden cinsel ilişki istiyor. Olamaz diyorum ben. Niye olamaz, çünkü ondan evvel  oynamıştım yine İbsen’in bir eserini. Şaziye Berrin Hanım “Macide Hanım ben bunu nasıl yaparım? Ben bunu nasıl yaptım anlayamadım” dedi. “Ne olmuş?” dedim. Oğlum meğerse benden morfinin dozunu arttır, ölmek istiyorum diye yalvarıyormuş iyi mi? Çok sevindim tabi, çünkü tandığım Ibsen’in doğrusunu buldum, sevindim. “Hemen tercüme ediyorum” dedi. Bozkurt’a telefon ettim, hemen gittik, ezberledik akşama kadar. O tarihte seyrici altın seyirci, deli gibi sanatçıların üstüne düşüyor. Her yerde beni kutluyorlar. Sussam ya, hayır yapım o çünkü dürüst ve doğru olacağım. “Hangi gece seyrettiniz?” diyorum. “Birinci gece” diyorlar, “Yanlış seyrettiniz” diye düzeltiyordum. “Hangi gece seyrettiniz?” “Geçen hafta” diyorlar “İyi iyi siz doğrusunu seyretmişsiniz” diyorum.

 Yurtdışı deyince, bu ödülü hep tayyörlerimin üstüne takıyorum. Yurtdışında İtalyan Hükümeti’nin verdiği ödül. Hepsi, cümlesi beraber 52 ödülün sahibiyim. Övünmek gibi olmasın.

Asıl şimdi istediğim noktaya geldim. Tiyatroların kapatıldığı yıkıldığı, entellektüel kesimi bezdirmek, bıktırmak, perişan etmek, cahil bırakmak için bu işlemlerin yapıldığı bir dönemde; benim gibi iflah olmaz bir tiyatro hastasının karşısına,  iki kız kardeş çıktı iyi mi? Şansa bak! Benim gibi onlarda hasta, gerçekten hasta. Tanıdıktan sonra “Benden geçti artık ama, siz bir doktora falan gitseniz, tedavi olsanız” dedim. Şimdi belki izni var mı bilmiyorum ama Türkan’ın; iki kız kardeş bankadan borç alarak tiyatro kuruyorlar ve ben tabi huysuz ve de temkinli Macide olarak “Hayır” demeye karar verdim. “Hayır” diyeceğim, yalnız tabi çok incitmeyen, zarif hoş bir sebep arıyorum. Dedim ki “Derim ki çok teşekkür ederim, size başarılar dilerim. Ben yaşarken böyle bir şey düşünmüyorum” güzel bir cevaptı, çok beğendim. O arada sevgili Gencay Gürün’le  telefonla konuşuyorduk, Gencay’a da anlattım bunu. Gencay dedi ki “Aa nasıl yaparsın bunu?” dedi ve bana övgüler yağdırarak dedi ki “Yani isim mi yok” dedi. “Senin gibi bir kişinin peşinden gelebilmek için onların da tiyatroyu çok ciddiye almış olmaları gerekmiyor mu?” dedi. Madalyonun bu yüzüne hiç bakmamıştım.  “Çok haklısın, doğrusun” dedim. “Tabi” dedi. Peki hemen telefon ettim, geldi Türkan Aktoprak. Şimdi biraz sonra göreceksiniz kendisini, boylu poslu ve güzel fakat aklı kıt, bence…..

Gün geçtikçe Türkan’ı tanıdıkça güvenim arttı. Hiç akla gelmeyecek inceliklerin ayrıntılarını görmekte olduğunun farkına vardım. Bu beni tabi çok etkiledi. Bugüne kadar saygıyla sevgiyle, sakladığım, büyüttüğüm “Macide Tanır” ismi size helal olsun dedim. Helal ettim, bütün duam yolları açık olsun. Başarılı olsunlar.

Şimdi şöyle hoş bir şeyle kapatayım, şimdi siz diyeceksiniz ki bu Macide Hanım kaç yaşında. Sormayın zaten ayıp, size yakışmaz. Ben şimdi selama çok meraklıyım insan hastasıyım öyle yaradılmışım. Boğa burcuyum. Taksiye bindim, gene hayırlı akşamlar hayırlı günler hemen sohbete başladım. Merak ederim o ne düşünüyor, nasıl, hangi partiye oy verdi. Derken konuşmaların arasında şoför dedi ki “Yahu senin gibi bir hanımefendi yıllardan beri hiç arabama binmemişti. Ne hoş bilmem ne falan filan kaç yaşındasın?” dedi. “60 da var mısın?” dedi. Ben şimdi desem ki ver abi elini öpeyim. Dedim ki olmaz, bu kadar övgüden sonra yani düşünüyorum hoş bir cevap olsun diye. “Ne var iki yaş fazla söyledikse” dedi adam.

Çok teşekkür ediyorum.

Macide Tanır

23 Mart 2009

Related Images: